MART 2025
1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 |
 
    Basın Açıklamaları
     
    TÜRKİYE’NİN MİMARLIKLA YENİDEN BULUŞMASI İÇİN
    MİMARLAR BİLDİRGESİ

    29 Eylül 2004

    Her yıl ekim ayının ilk pazartesi günü; Bileşmiş Milletler (BM) ve Uluslararası Mimarlar Birliği’nin (UIA) ortak ve paralel etkinlikleri olarak; Dünya Mimarlık ve Konut Günü olarak kutlanmaktadır.

    Mimarlar Odası, hem UIA’nın 1948 yılındaki kurucuları arasında yer alan, hem de 2005 yılı Temmuz ayında İstanbul’da yapılacak Dünya Mimarlık Kongresi’nin ev sahibi olarak, 2004 yılı Dünya Mimarlık Günü’nde ilgililerin ve kamuoyunun dikkatini doğrudan doğruya “mimarlığa” çekmektedir.

    Çünkü ülkemiz, yeryüzündeki en eski mimarlık birikimlerine sahip bir uygarlıklar coğrafyasını yurt edinmemize rağmen, mimarlıktan ve mimari değerlerinden hızla uzaklaşmakta”dır. Denebilir ki Türkiye’nin 21.yüzyıla başlarken çağdaş dünyadaki yerini tanımlayacak geleceğin tarihçileri, yaşadığımız şu yılları mimarlığın ve kültürel kazanımların dışlandığı dönem olarak da yazacakladır.

    O kadar ki bugün artık kentlerimizdeki yapıların büyük çoğunluğu hemen hiçbir mimari katkı ve mimarlık hizmeti olmadan gerçekleşmekte; tasarımsız ve özensiz kentleşme yaygınlaşmakta; imar planlaması sadece arsa ve arazi rantlarını çoğaltmaya ve üleşmeye yönelik bir kavram haline dönüşürken, mimarlığın bir toplumsal kültür ve uygarca yaşama koşulu” olduğu hızla unutulmaktadır.

    Böylesi bir süreçte de her biri binlerce yaşında olan ve kendilerine has kimlik değerleri bulunan kentlerimiz giderek tip yerleşmelere” dönüşmekte; tarihsel dokular ile kültürel ve doğal peyzajlar yok olmakta ve aynı süreçte sanatlarını göstermek, yaratıcılıklarını kanıtlamak isteyen mimarlarca tasarlanmış özenli yapılar bile bulundukları çevrenin karaktersizliği içinde topluma ve kente gereken katkı yapamaz duruma düşmektedirler.

    İşte bu gidişin sadece mimarlığımız açısından değil, toplumsal gelişmemiz ve ulusal kalkınmamız açısından da önde gelen sorun haline geldiğini saptayan Mimarlar Odası, kuruluşunun 50.yılındaki Dünya Mimarlık Günü’nde, her alanda görev yapan mimarlarla birlikte Türkiye’de Mimarlığa Saygı yürüyüşünü başlatmaktadır.

    Bu tarihsel uyarının katılımcıları olan tüm mimarlar adına; Türkiye’nin Mimarlıkla Yeniden Buluşması için saptamaları ve önerileri içeren Mimarlar Bildirgesi de aynı günün anlamı içinde ilgililere ve kamuoyunun bilgisine sunulmaktadır.

     

    MİMARLIK, SADECE MİMARLARIN DEĞİL,

    TOPLUMUN VE ULUSUN UYGARLIK KÜLTÜRÜDÜR

    Bir ülkenin mimarlıktan uzaklaşması, hele Türkiye gibi dünyanın eski uygarlık kazanımlarına sahip bir ülkenin “kendi mimarlığından giderek uzaklaşması, sadece sıradan bir imar ve yapılaşma sorunu değil, daha da derinlerde bir “kimlik bunalımı ve her açıdan “kültürel-sosyal-ekonomik yozlaşma ve gerileme sorunu olarak yaşamsal önem taşımaktadır.

    Bu nedenle, yine tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de; “mimarlığın korunması ve geliştirilmesi konusu, sadece mimarlık çevrelerinin gündemiyle sınırlı kalmayan, toplumun ve yönetimin (idarenin) tüm kesimlerini kucaklayan bir “ulusal sorun” ve “ulusal sorumluluk kapsamında ele alınmak durumundadır.

    O halde, Türkiye’yi yeniden mimarlıkla ve mimarlık değerleriyle -tarihine de yakışır bir düzeyde ve olgunlukta- yeniden buluşturma görevi ve sorumluluğu, işte bu mimarlık dışında, ama mimarlığı doğrudan “etkileyen ve hatta “yönlendiren kurum, kesim, sektör ve kişilere de düşmektedir.

    Nitekim bu konu, DPT’nin 2000’lerin eşiğindeki “8. Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlık çalışmalarında da ele alınmış ve Kültür Bakanlığı ile Mimarlar Odası’nın ortak girişimleriyle “Mimarlık Kültürünün Yaşatılması konusu, aynı çalışmalardaki “plan hedefleri arasına da kazandırılmıştı.

    Ne var ki aradan geçen 5 yılı aşkın süreye ve özellikle de 1999’daki büyük Marmara depremlerinin verdiği derslere rağmen, ne hükümet politikalarında, ne de toplumsal aydınlamada rol alan kesimlerde, mimarlığın öncelikle bir yaşama zenginliği ve geçmişten geleceğe çağdaşlığı sürekli kılmak için olmazsa olmaz bir uygarlık davranışı olduğunu savunan tutumlar gözlenebilmektedir.

    İşte bu sürecin de sorgulanmasıyla yapılan aşağıdaki saptamalar ve değerlendirmeler, Türkiye’nin yeniden bir kültür, kent ve yaşama zenginliği ülkesi olabilmesi yönünde mimarlığımızın artık gözetilmesi ve korunması için; öncelikle hangi kurum ve kesimlerde ne gibi önlemlerin alınması gerektiğini de anımsatarak, ilgili tüm kişi ve kuruluşlara bir “rehber özelliği taşıyor.

     

    “MİMARİSİZ KENTLEŞME” İLERLEME DEĞİL GERİLEMEDİR

    Türkiye’deki sadece kaçak değil, “ruhsatlı” yapıların bile çok büyük bir çoğunluğunun mimari projeleri “mimar olmayan ve mimarlık yetkisi bulunmayan” kişilerce ve hatta kurumlarca” (!) düzenlenmektedir.

    Ne tarihte görülen, ne de dünyanın başka bir uygar ülkesinde rastlanan ve Türkiye mimarlığını adeta mimarsızlığa” tutsak eden bu yaygın tutumun başlıca nedeni, yapıların her şeyden önce bir “kültür varlığı” olduğu bilincinin yitirilmesi ve her yapı ile sadece “sadece rant elde edilmesi” hedefinin bütünleştirilmesidir.

    Gerçi, son yıllarda özenli mimari tasarım ve uygulamalarla gerçekleşen yapıların rant (satış) değerlerini daha da yükselttiği gerçeği özellikle lüks emlak pazarında kabul görmeye başlamış olsa bile, maliyeti ve satış değerleri düşük yapıların da birer yaşama mekânı” ve kentsel kimlik değeri” olduğunu kabul ederek tüm binalarda yine mimariye saygının önemini görebilen davranışlar yaygın değildir.

    Böylesi bir anlayışın egemenliği altında yapılaşan kentlerimizdeki tek tip apartman peyzajı”nın yarattığı karakter ve çevre bozulmasına karşı da alınması gereken önlemlerin başında, işte bu “mimarsızlığa” bir an önce son verecek politika ve düzenlemelerin devreye girmesi gelmektedir.

    Bu nedenlerle; tüm yapıların mimari projelerinin, sadece “mimarlar tarafından” tasarlanabileceği ve yapı için gerekli diğer mühendislik - tesisat projelerinin de “mimari projeye uygun” ve bu yönde yine “mimarın eşgüdümü” altında düzenlenebileceği, bu çağdaş uygarlık kuralının da özellikle ilgili meslek odalarının üyelerini ve üyelerinin projelerini denetleyerek” yaşama geçirileceği, yanı sıra tüm inşaat ruhsatı veren ve proje onaylayan kamu görevlisi kişi ve kurumların da bu kurala uymamaları durumunda caydırıcı” yaptırımların uygulanacağı, “imar yasasında” ve imarla / yapılaşmayla ilgili diğer tüm yasalarda ivedi olarak yer almalıdır.

     

    YAPI “MİMARSIZ” DENETLENEMEZ

     Benzer şekilde “mimar”, özellikle 1999 depremlerinden sonra yürürlüğe konulan yeni “yapı denetimi mevzuatıyla da “tasarladığı binanın uygulamasını bile denetlemekten dışlanmaktadır.

    Oysa her yapı, tarihten günümüze gelen yapı kültürünün de birikimlerini içerecek şekilde, öncelikle bir mimari üründür ve bu ürünün tasarımından uygulanmasına kadar her yerinde, yine öncelikle mimarının ve mimarinin katkı ve sorumlulukları temeldir.

    Kentsel ve yapılı çevrede giderek çoğalan “mimari uyumsuzlukların” da başlıca nedenleri arasında yer alan bu “mimari denetimden yoksun yapılaşma”, 1999 depremlerinden sonra yürürlüğe giren Yapı Denetimi Yasası’nda giderilebilecekken daha da güçlendirilmiştir.

    O kadar ki, bu yasaya göre kurulan kimi “Yapı Denetim Şirketleri”, inşaatlarını kendilerine emanet edecek yapı sahiplerine, onları çekmek için bedava mimari proje sözü bile verebilmekte, yani “mimarlık” gibi bir uygarlık hizmeti adeta “promosyon” olarak sunulabilmektedir.

    Bu nedenlerle; gerek İmar Yasası’nda, gerek Yapı Denetim Yasası’nda ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası da dahil olmak üzere, imar ve yapılaşmayla ilgili diğer tüm yasalarda, yapıların uygulanmasında (inşaatların denetiminde) meslek odası disiplini ve kuralları içersinde; “mimari proje müellifi mimarların onaylı mimari projeye uygunluk için mesleki denetimden sorumlu ve yükümlü” olacakları, ayrıca imar ve yapı denetiminden sorumlu tüm kamu görevlisi kişi ve kurumların da bu kuralı gözetecekleri ve aksi taktirde caydırıcı yaptırım tanımlamaları, getirilmelidir. Ayrıca, yine özellikle “kamu yatırımlarında” yaygın olan ve hem “projelendirmede”, hem de uygulamanın projeye uygun olması için gerekli teknik denetimde, “mimar” yerine “kurumun” (!) görevli ve yetkili kılındığı uygulamalara da bir an önce son verilmelidir. Çünkü, “mimari tasarım” bir kültür ve sanat eylemidir ve kurum “sanatçı” olamaz, kişi ya da kişiler olur. Aynı şekilde bir sanat eserinin tasarlandığı biçimde meydana getirilmesini de yine kurum değil, sanatçı ya da sanatçılar denetler. Bu evrensel gerçeğin ve tartışılmaz kuralın, “kamu binalarında” neden geçerli olmadığını artık sormak ve terketmek için de Türkiye’deki yine kamu binalarının yaygın “mimari durumları” zaten yeterince güçlü bir nedeni oluşturuyor.

     

    YAPILARDA VE KENTLERDE “TİPLEŞME”,

    AYNI ZAMANDA TOPLUMSAL YOZLAŞMADIR

    Türkiye’nin tarihinden gelen eşsiz mimari zenginliğinin çağdaş mimarlığa da “evrensel dersler” veren en önemli özelliklerinden biri, “kültürel çeşitliliği” ve hemen her geleneksel binanın bulunduğu yer, iklim, konum ve kullanıcıları açısından taşıdığı “farklı mimari” değerleridir.

    Bu çeşitlilik, sadece bölgeden bölgeye değil, aynı bölgede ve hatta aynı kentteki-mahalledeki geleneksel yapılarda da gözlenmektedir. Tarihî dokulardaki yapılar malzeme, form, oranlar, genel plan şemaları ya da diğer kimi ortak yönleriyle, birbirlerinin “benzeri” olsalar bile asla “aynısı” değillerdir ve mimarlıkta da bu zaten olamaz.

    Çünkü mimarlık, herhangi bir varlık olarak değil, bir “sosyal varlık” olarak ve “farklı kişiliklere” sahip “insana” hizmet ederken, o insan ya da insanların “yaşama ortamları” için tasarlanmış her türlü yapılanmada da bir hayvan barınağı gibi “aynı tip” mekânlar değil, yine iklim-yöre-coğrafya-kültürel etkileşimler-malzeme-peyzaj vb. etmenlerle birlikte “insanın yaşam zenginliği ve çeşitliliğine saygılı” mekânlar yaratılır.

    Türkiye’de, işte bu kendi mimarlık tarihinde de en zengin birikimleri bulunan evrensel mimarlık kuralını adeta hiçe sayan “tip proje” anlayışı, ne yazık ki hâlâ etkisini sürdürüyor. O kadar ki bu tip projeler, farklı bölgelerde bile aynı şekilde uygulanarak, bölgeler arası iklim, kültür, çevre vb. etmenlerden kaynaklanan farklı mimari kimlikler yok ediliyor ve Edirne’den Kars’a kadar tüm ülke “aynı tür” ve “tek düze-kişiliksiz yapılaşmayla” donatılıyor.

    Üstelik, “mimari proje giderini azaltma” vb. gibi nedenlerle yarattığı “mimari tahribatın” ne denli yüksek olduğunu görebilme bilincinden bile yoksun değerlendirmelerle hâlâ terk edilmeyen bu tip proje anlayışı, sadece okul karakol, lojman, hastane vb. gibi “kamu hizmet binalarında” uygulanan “hazır projelerle” de sınırlı değil. Şehirciliğin mimari köklerinden ve mimarlıktan hızla uzaklaştırılmasıyla yaygınlaşan “mimarlığın dışlandığı imar planlarında” da  tek tip apartman tasarımı” için gerekli her türlü “yönlendirme” ve hatta “zorlama” yapılarak, hem birbirlerini yineleyen tek düze yapılar, hem de ayın yinelemeyle gelişen “tep tip ve tek düze kentler yaratılıyor.

    Bütün bu tipleştirici ve kişiliksiz yapılaşma dayatmalarına yine “tip imar yönetmelikleriyle” de açık yasal destek sağlanıyor ve tarih boyunca farklı ve zengin mimari kültürlerle bezenmiş kentlerimiz, bu tek tip imar yönetmeliklerinin, onlarla uyumlu planların ve özellikle kamu yapılarındaki yaygın hazır proje anlayışının egemenliği altında, mimari ve kentsel kimliklerini yozlaşmaya, çirkinleşmeye, kişiliksizleşmeye terk ediyorlar.

    Bu nedenlerle; Türkiye’nin genel mimari peyzajını ve mimarlık kültürünü bu yozlaşma ve tekdüzelikten kurtarabilmek için:

    Başta Bayındırlık ve İskân Bakanlığı olmak üzere, tüm yatırımcı bakanlıklarda ve diğer bakanlıkların hizmet binaları gereksinmelerinde “hazır tip proje” uygulamalarına kesinlikle son verilmelidir. Özellikle okul, lojman, sosyal ve kültürel tesisler, topluma açık diğer hizmetler gibi, hem kullanıcıların hem de bulunulan kentin ve yörenin mimarlık ve çevre kültürü üzerinde etkili ve “örnek” oluşturabilecek binaların, “yöresel mimari girdiler” ve “işlevleri” birlikte gözetilerek ve özel olarak “o binalara” ve “o arsalara” has tasarımlarla gerçekleştirilmesi sağlanmalıdır.

    Bunun için de sadece imar mevzuatında değil, ihale ve yatırım mevzuatında da hiçbir kamu kurum ve kuruluşunun, “tip proje uygulayamayacağı” açık hüküm olarak yer almalıdır.

    Aynı kurala paralel olarak, Büyükşehir Belediyeleri dışındaki tüm belediyeler ve belediye sınırları dışındaki tüm alanlarda valilikler eliyle yürütülmekte olan “tip imar yönetmeliği” uygulamasına da son verilmelidir. Her kentin ya da yerleşmenin, ne tür bir mimari yapılanma içinde imar göreceği, oraya yönelik iklim, çevre, kültür ve kentsel doku-sosyal yaşam-sektörel yönelimler de gözetilerek hazırlanacak, yine sadece o kente has ve aynı kentin bu değerlerini, niteliklerini gözeten imar planlarıyla da ilintili olarak düzenlenmiş yönetmeliklerle belirlenmeli ve yönlendirilmelidir.

    Bunu sağlamak üzere ise yine sadece imar mevzuatında gerekli değişiklikleri yapmakla yetinmeyip, her kentin özelliklerini irdeleyerek imar kurallarını belirleyecek özel bir teknik örgütlenmenin, Bayındırlık ve İskân BakanlığıKültür BakanlığıÇevre Bakanlığıİller Bankası ve ilgili meslek odaları işbirliği içersinde ve yine o kentin yerel uzmanları ile kent üzerinde araştırmalar yapmış mimar ve şehirci danışmanlarla birlikte, yerel yönetimleri de ortak ederek kurumsallaşmasını başlatmak gerekiyor.

     

    KENTLER “MİMARLIK DIŞLANARAK” PLANLANAMAZ

    Türkiye’de mimarlığın dışlanmasını hızlandıran ve özellikle kentlerin yapılaşmasında “mimari özenin” ve mimari karakterlerin gözetilmediği tek düze mimari tasarımların adeta ulusal ölçekte yaygınlaşmasına yasal ve teknik dayanak oluşturan çok önemli bir faktör de kent planlamasında mimarlığı tümüyle sorumluluk alanı dışına iten mesleki ayrışma sürecidir.

    Özellikle 1980’lerden sonra kent planlaması sadece tek bir mesleki beceri konusu gibi görülerek ve yine sadece plancıların yetki ve sorumluluğuna verilmiş; böylece kent tarihi ile mimarlık tarihinin bile özdeşliğini dünyaya kanıtlayan bir ülkede mimarsız kent planlaması dönemi başlatılmıştır. Aynı ayrımcılık, sadece kentlerin tarihten geleceğe taşınması gereken mimari ve kültürel kimlik değerlerini yeterince gözetemeyen bir planlamaya neden olmakla kalmıyor; doğrudan mimarların da kentsel bütünlüğü ve çevreyi gözetmediği, parsel ölçeğindeki sorumluluklarla genel yapılı-doğal-kentsel ortama yabancı mimari tasarım yapmaları gibi, yine temelde ülke mimarlığını ve yapılaşma kalitesini olumsuz yönde etkileyen bir mimari davranış biçimini hızla yaygınlaştırıyor.

    Buna koşut olarak, böylesi bir anlayış doğrudan şehircileri de o kentin ya da yörenin mimari kültür ve kimlik verilerine yabancı planlar üretmelerine zorluyor, eğer planı üstlenen şehirci kendi kişisel duyarlılığı ile mimarla birlikte çalışmayı önemsemez ise, buna yönelik yasal bir zorunluluk olmadığından, mimarlık tarihinin beşiği olan kentlerimiz bu tarihi bile akademik eğitimde öğrenemeyen plancıların fiziksel yapılaşma önermelerine teslim ediliyor.

    O kadar ki, en önemli ve öncelikli amacı tarihî kent dokularının mimari gelenek, peyzaj, nitelik ve karakterlerini korumak ve yeni yapılaşmayı da yine bu tarihsel mimari çevreye uyumlu mimari kurallarla sağlamak olan SİT alanlarındaki koruma amaçlı imar planlarında bile aynı dar bakışlı mesleki ayrımcılık öne çıkmaktadır. Koruma Yasası’nda yapılan son değişiklikte bile bu yanlış giderilmemiş, geleneksel ve tarihsel mimariyi koruyup yaşatacak bu planlardan yine mimarlık eğitimine ve birikimine sahip olmayan plancılar sorumlu ve yetkili kılınmışlardır.

    Oysa, mimarlık ve şehircilik arasında örülmekte olan böylesine ayrımcı ve giderek aşılmaz düzeylere tırmandırılan akademik ve yasal kurallarla desteklenmiş bir duvar başka hiçbir ülkede yoktur. Hele kentlerin tarihsel ve mimari kimliklerini sürdürmeye çok büyük bir özen gösteren ve Türkiye’nin de imzası olduğu sayısız uluslararası sözleşmeyle kentlerin mimariye saygılı ve bağımlı olarak planlanmasını ve gelişmesini hukuksal güvencelere de bağlamış Avrupa ülkelerinde ise hiç yoktur.

    Bu nedenle, genelde mimarlığın dışlanması, özelde de kent planlamasındaki mimarsız şehircilik politikası, eğitimi ve yasaları, Avrupa Birliği sürecinde de ivedi ve ciddi olarak ele alınması gereken temel konular arasında önem kazanmıştır.

    Bu nedenlerle: Türkiye’nin ve kentlerin mimarlıkla yeniden buluşabilmesi için özel bir önem ve ağırlık taşıyan bu sorunun çözümünde, öncelik YÖK’ün konuyu gündemine alması ve ülkedeki tüm mimarlık okullarında; mimarlık ve şehircilik bölümleri arasındaki ayrışmayı ve birbirlerine yabancılaşmayı önleyecek yeni eğitim politikalarının ve içeriğinin belirlenmesi için üniversiteler düzeyinde ivedi çalışma başlatması gerekmektedir.

    Buna paralel olarak, mimarların ve şehircilerin mesleki yetkilerini tanımlayan yasalarda da yeniden düzenlemeler yapılarak, kent planlamasında mimarın yetki ve sorumlulukları uygarlık tarihine ve çağdaş mimari ilke ve değerlere saygı içinde yeniden belirlenmelidir.

     

    “AYRICALIKLI İMAR HAKLARI” DURDURULMALIDIR

    Türkiye’de mimarlık sadece dışlanmakla kalmıyor, var olan ve hâlâ gereksinme duyulan mimarlık da mimari etik değerlerinden ve toplumsal sorumluluklarından uzaklaştırılıyor.. Bunun başlıca hazırlayıcısı ve yönlendiricisi ise; “kentsel – çevresel – kültürel – toplumsal ve tarihsel değerleri gözetmeyen imar kurallarıyla mimarlık ürünleri yaratma zorlamasıdır. Genellikle arsa ve arazilerdeki imar rantını maksimize etmek, kimi zaman da yatırımcıların ayrıcalıklı, farklı ve önemli olduklarını mimariyle vurgulamak istemeleri yüzünden, mimarlığın temelde yukarıda sıralanan değerlere bağımlı niteliğini gözetmeyen yapılaşmalar, kentlerimizi, kıyılarımızı ve diğer rantı yüksek turistik bölgelerimizi hızla sarmalıyor.

    Bu tür, bir bakıma kente ve çevreye karşı suç örneğini de oluşturan; ve nitekim imar izinleriyle ilgili işlemlerine dava açıldığında, yargı tarafından da çoğu kez; mimarlık, şehircilik ilkelerine ve kamu yararına aykırı bulunarak iptal edilen, ancak hem dava konusu yapılamayanların çokluğu, hem de imar izinlerini yargı iptal etmiş olsa bile bu kararların idarelerce uygulanmadığı” örneklerin yaygınlığı yüzünden ülke düzeyindeki mimari peyzaj üzerinde ciddi tahribatlar yaratmaya başlayan ayrıcalıklı yapılaşmalar da artık sorgulanmalı ve terkedilmelidir.

    Bu nedenlerle; ülkedeki her türlü yapılaşmanın ve tüm bina ve yatırımların, değişik bakanlıkların ve kamu kurumlarının elindeki özel imar yetkileriyle değil, bulunulan kente ve yere ait genel imar planı kararlarıyla gerçekleştirilmesi, imarla ilgili tüm mevzuatın ve yine imar yetkisi bulunan tüm kurumlara ait mevzuatın temel ve ödün verilmeyecek ana ilkesi olmalıdır.

     

    GELENEĞİN ÇAĞDAŞA ESİN KAYNAĞI

    OLACAĞI BİR MİMARLIK İÇİN

    Türkiye mimarlığının zengin tarihinden yararlanarak gelişip, hem ülkeyi kimlikli kılan, hem de dünyaya yine örnek ve öncü olan bir mimarlık kültürü ve düzeyine ulaşmasını sağlamak üzere, yine öncelikle YÖK düzeyinde konunun ele alınması; mimarlık okullarında geleneksel mimarlık ve mimarlık tarihiyle ilgili disiplinlerin sadece belgeleme ve öğrenme düzeyindeki yan disiplinler şeklinde değil çağdaş tasarıma da yön verecek ve ilham kaynağı olacak temel mimarlık dersleri arasında yer almaları sağlanmalıdır.

    Buna koşut olarak, restorasyonlar dışında, geleneksel yapı sistem ve öğeleriyle yeni yapı tasarımını ve inşaatını olanaksız kılan ve sözde depreme dayanıklı mimari için getirilmiş kültürel kazanımlardan habersiz teknik mevzuatın da değişmesi gerekmektedir.

    Ayrıca yine özellikle 1999 depremlerinden sonra yürürlüğe sokulan yeni yapı denetimi mevzuatının da Türkiye’deki tüm yapıların adeta sadece betonarme sistemde inşa edilmelerini tek seçenek olarak gören bir anlayışla düzenlenmiş olması, mimarlık kültürümüzün dışlanmasının ötesinde, yok edilmesi anlamına gelmektedir.

    Bu nedenlerle; eğitimden mevzuata, tasarım kurallarından uygulama alanına kadar, “geleneksel kazanımları çağdaş mimarlığa esin kaynağı kılacak” bir mimarlık kültürü ve politikasının ülkede egemen olması için ilgili tüm kurumlara görev düşmektedir.

     

    KAÇAK ve MİMARİSİZ YAPILAŞMA

    UYGARLIĞIN REDDİDİR

    Bütün bunların yanı sıra ve Türkiye’yi sadece mimarlıktan değil, kent kültüründen, çevre ve uygarlık bilincinden, toplumsal birliktelik anlayışından ve hatta demokrasi, sosyal haklar vb. gibi çağdaş görüş ve erdemlerden de hızla uzaklaştıran; ayrıca genel ekonomik yaşamı da yasa dışı imar rantlarına bağımlı kılarak, yine toplumu üreten değil tüketen ve yaşadığı toprakları yağmalayarak geçinen bir kimliğe sürükleyen; buna koşut olarak da aynı toplumun kent kültürü yoksunu ve hukuk dışı beklentilerine yanıt ve hizmet veren bir tahrip edici politikacı tipi yaratan; dolayısıyla genel siyasal yaşamı ve hatta genel siyasal ve ekonomik hedefleri de aynı imar rantçılığına adeta entegre eden kaçak yapılaşma özgürlüğü, tüm bu büyük tahribatlarıyla birlikte mimarlığımızın da en ciddi ve etkin düşmanıdır.

    Türkiye’de gecekondulaşmaya hoşgörü ile azgınlaşan kaçak yapılaşma, özellikle 1980’li yıllardaki aynı yapılaşmayı apartman hakkıyla ödüllendiren ve giderek genel imar politikalarına damgasını vuran bilim dışı ıslah imar planları sayesinde artık kaçak kentleşmeye dönüşmüş; hemen tüm yapıları yasa dışı olan ve dahası orman, su havzası, SİT alanı, tarım alanı vb. gibi topluma ait koruma ve yaşam alanlarını da işgal ve imha eden bu kentler belediye ve ilçe yapılarak, kalıcı ve meşru suç alanları haline getirilmiştir.

    Bu nedenlerle; Belediyeler Yasası, İmar Yasası ve hatta Anayasa’da açık ve kesim hükümler getirilip, yetkililer hakkında caydırıcı yaptırımlarda düzenlenerek; kaçak yapılaşmanın, dolaylı (imar planlarıyla) ya da dolaysız (kanunlarla) asla affedilemeyeceği, tıpkı orman suçlarında olduğu gibi, Anayasa hükmü olmalıdır.

    Üzerinde kaçak (yasa ve kural dışı) yapı bulunan taşınmazların, tapudaki alım-satım-takas işlemleri yasaklanmalıdır.

    Yasa ve plan dışı yapılaşma alanlarına belediye ve kent hizmeti verilmesinin kesin olarak önüne geçilmeli, tersine hareket edenler cezalandırılmalıdır. Kaçak ve kural dışı yapılaşmaya göz yumanlar hakkında caydırıcı yaptırım getirilmelidir. Kamu binalarının bile, imar durumu olmadan ve hatta ruhsatsız inşa edilmeleri ve ihaleye çıkarılmaları durdurulmalıdır. Anayasa ve yasalarda kente karşı suç kavramı netleştirilmeli ve tanımlanmalıdır.

     

    MİMARLIK SANATTIR ve KORUNMALIDIR

    Son olarak, şunu da anımsatmak isteriz ki mimarlık temelde bir sanattır ve temel güzel sanatlar içerisinde de tarihteki birikim ve saygınlığıyla geleceğe aktarılması bir insanlık borcudur.

    Bu nedenle de, Anayasa’nın Sanatın ve Sanatçının Korunması başlığını taşıyan 64. maddesindeki: ”Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır... hükmünün; mimarlık sanatı ve bir sanatçı olarak mimar için de yaşama geçirilmesini engelleyen, yukarda özetlenmiş tüm mimarlığı dışlayıcı tutum, politika ve yasal düzenlemelerin giderilmesi yönünde, ilgili tüm kişi ve kurumlarımızı bu Anayasal görev için de üzerlerine düşeni yapmaya çağırıyoruz.

    TMMOB MİMARLAR ODASI MERKEZ YÖNETİM KURULU

    Bu icerik 1015 defa görüntülenmiştir.