Ülke tarihimizde çok iyi duygularla anmadığımız bir günün yıldönümünde, 12 Eylül’ün getirdiklerini, götürdüklerini değerlendirmek gereğini duyuyoruz.
12 Eylül’de demokrasinin, insan haklarının ayaklar altına alındığını, işkencelerin sıradan uygulamalar olduğunu, toplumun politikadan, kendi kendisini yönetebilme duygusundan nasıl uzaklaştırıldığını hatırlatmak gereğini duyuyoruz.
Bunların yanı sıra planlama düşüncesinin, kentleşmenin 12 Eylül’den sonra nasıl farklılaştığını, yaşadığımız ortamların bu yöntemlerle nasıl biçimlendiğini kent yağmasının nasıl arttığını da hatırlatmak gereğini duyuyoruz.
12 Eylül’e gelirken Türkiye’nin yaşadığı kargaşa ve dehşet ortamını, sonrasına yönelik bir senaryo olarak hatırlamamız gerekiyor. Bu korku filmi ortamı toplumun belleğinde öyle bir yer edindi, böylesi günlerin yaşanmaması için öyle güçlü bir istek duyuldu ki, yapılan her düzenleme, getirilen hukuk dışı düzen tartışılmadan kabul edilir oldu. Yapılanlara karşı çıkılması yasaktı, örneğin şimdi değiştirilmek istenen Anayasa’ya hayır oyu verilmesi için propaganda yapılması da yasaktı. Her şeye rağmen sesini çıkaranlara ise aynı şey söyleniyordu: “Siz 12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz?” Şüphesiz ki hayır!
11 Eylül’ün kaosunu da, 13 Eylül’ün zorunu da benimsemiyoruz, böyle bir tercihi reddediyoruz. Sonuçta her iki dönemin mağdurları da aynı insanlar olmuştur.
12 Eylül demokrasi düşmanlığının, farklı olana tahammülsüzlüğün adıdır, toplumun apolitikleştirilmesi demektir. Her şeyden önce kamu ve toplum yararına çalışan, toplumsal muhalefetin öncülüğünü yapan sendikaların, derneklerin, meslek kuruluşlarının etkisizleştirilmesi, toplumun apolitikleştirilmesi stratejik bir hedef olarak belirlenmiş ve uygulanmıştır. Her şeye rağmen demokratik mücadelenin bayrağını taşıyanlar 12 Eylül’e yönelik muhalefeti sürdüren güçlerle birlikte bir karşı duruş sergileyebilmişler, umudu diri tutmayı başarabilmişlerdir.
12 Eylül plansızlığın, kent topraklarının yağmasının en yoğun yaşandığı bir dönem demektir. 12 Eylül getirdiği pek çok olumsuzluğun yanı sıra kentleşme alanında yaratılan başıboşluğun, planlama hiyerarşisi içerisinde yerleşik plan yapma ve karar üretme mekanizmalarının lağvedilmesi veya etkisizleştirilmesinin, kentlerin yatırımcıyla arazi sahibi arasındaki pazarlıklar sonucu belirlenmesi sürecinin başlatılmasının; sıkıştığında her özel durumla ilgili kanun çıkarılması, ya da mevcut kanunların bizzat hükümetler eliyle geçersiz kılınmasının görüldüğü bir dönem olmuştur. Bu alışkanlık katlanarak günümüze kadar gelmiştir.
Merkezî olarak hazırlanan ve onaylanan imar planlarının yerel yönetimlerce hazırlanması uygulamasına geçilmiş ve yıllardan beri demokratikleşme adına savunulan bu görüş ne yazık ki, yetersiz düzenleme ve kadro eksikliği nedeniyle kentlerin yoğun bir şekilde yağmalanmasına neden olmuştur. Kentlerin en gözde yerleri turizm alanı ilan edilmiş ve yerel yönetimler buralarda devre dışı bırakılmıştır. Bu kez mal sahibi olarak hazine arazilerinin, yeşil alanların korunmasından sorumlu kuruluşlar, bu alanları ayrıcalıklı imar haklarıyla birlikte yatırımcılara pazarlamışlardır. Kaçak yapılara tapu tahsis belgesi verilmiş, yeni kaçak yapılaşma imar aflarıyla adeta teşvik edilmiştir. Bu eğilim bugün adeta gelenekselleşmiştir. Her şeyin paraya çevrilerek aklanabilmesinin yolu açılmıştır.
Bugün gelinen noktada özellikle büyük kentlerimizde gördüğümüz büyük imar etkinlikleri, önemli rant aktarımı sağlayan devasa projeler, kent planına uygun olup olmadığına bakılmaksızın yapılabilmekte, bu yatırımları yapan büyük holdingler sadece yapılarının prestijiyle değil aynı zamanda bu yatırımların kararlarını hukuk labirentlerinden geçirebilmekle de övünmektedirler. Bugün kent topraklarının yağmalanması, geleceğimizi karartacak boyutlara ulaşmıştır; kentlerimizi yaşanmaz kılacak kertede ölçüsüz bir yapılaşma hırsıyla karşı karşıyayız. Geçen 28 yıl içerisinde hukukun çiğnenmesi, plansızlığın egemen olması konusunda pervasızlık artmıştır, korkarız daha da artacaktır. 12 Eylül rejiminin tortuları temizlenmeden, yaratılan hukuk düzeni ve bunun zihinlerdeki izleri silinmeden, kentlerimizin geleceğiyle ilgili umutlu olmamız mümkün değildir.
Ancak demokratik toplum güçlerinin de muhalefet etme becerileri artmış, kentlerini, yaşam çevrelerini koruma istekleri bilenmiştir. Bugün kentlerimizde planlamayla ilgili kararların dikkatlice izlendiği, irdelendiği, karşı duruşun sergilendiği yapılanmalar vardır. Meslek odaları, sendikalar, yerel demokratik dernekler böylesi mücadelenin ana aktörleri olarak yıllardır çaba göstermektedir. Mimarlar Odası da gerek yerel yönetimlerin, gerekse merkezî yönetimin icraatlarını, demokratik güçlerin gölge kabinesi gibi takip etme görevini üstlenmektedir. Mimarlar Odası, kent suçunun karşısında, yaşanılır kent özleminin güvencesi olduğunun bilinciyle görevinin başındadır.
Unutmayalım ki;
12 Eylül, yoksulluğun ve yolsuzluğun artması, yağmanın meşru sayılması demektir. Zenginin daha zengin fakirin daha fakir olması demektir.
12 Eylül, insanların görüşlerinden, etnik kökeninden, dini inanışlarından, cinsiyetlerinden dolayı ayrımcılığa uğraması demektir.
12 Eylül, din istismarı demektir. 12 Eylül dini temele dayalı partilerin palazlandığı, AKP’nin yaşam alanının oluştuğu bir dönem demektir.
12 Eylül, hukuksuzluğun hukuk sayıldığı, toplumda adalet duygusunun zedelendiği bir dönem demektir.
12 Eylül, artan yoksulluk edebiyatıyla kazanılan rantlar, kentsel rantlar bağlamında bugün gündeme oturan, bize “artık bu kadarı da olmaz dedirten” iş dünyası-medya-iktidar arasındaki hukuk dışı ilişkilere daha da alışmak demektir.
İşte bu yüzden, gelin bugünün sorunlarının sorgulanmasına 12 Eylül’le başlayalım. Günümüzün ve geleceğimizin aydınlatılması böyle başlayacaktır.
Bu icerik 1088 defa görüntülenmiştir.